Boğaziçi Mehtapları (özet) – Abdülhak Şinasi Hisar

Boğaziçi Mehtapları – Abdülhak Şinasi Hisar

Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar‘ın ilk basımı 1943 senesinde meydana getirilen deneme türündeki eseri.

Abdülhak Şinasi Hisar, eserlerinin pek çoğunda İstanbul’u ve İstanbul’un en mühim mekânı olan Boğaziçi, Çamlıca, Büyükada yaşamını mevzu eder. O, mazinin güzelliklerini bugüne taşımak için edebiyatı bir vasıta olarak kullanır.

‘Boğaziçi uygarlığı’ tabirini edebiyatımıza sokan ilk kişidir. Boğaziçi Mehtapları bu anlamda mühim bir eserdir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın kişisel hayatından esinlenerek yazdığı denemelerden oluşur. Denemelerde İstanbul ve Boğaziçi’nin medeniyetimizdeki yerini yazarın usta üslubuyla görürüz.

Boğaziçi Mehtapları’ndan Seçmeler

Doğa Sevgisi Parçasından

İstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, kuşku yok ki Boğazaiçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o vakit gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu benzer biçimde o zamanki hanımlar ve beyler için de doğa mevcud, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar doğa güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanoğlu daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamiyle ayrılmamıştı. Kent her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve balçık herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı tüm insanoğlu duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı. Eski evlerin yaşamı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar benzer biçimde ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira otomobilleri kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi’nde de yalılar Önünde oltayla veya da açıkta kayıkla balık tutulurdu.

Boğaziçi’nin derhal kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanla saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Bundan dolayı bazıları derhal her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takiple, aylara nazaran değişen ve derhal tüm seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır.

Sessizliğin Şiiri Parçasından

Maziyi idrak etmek ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bizlere yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o denli azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o denli uzaklaşmıştır ki kimi zaman ona rast erişince bir lezzet benzer biçimde duyuyoruz. Birazcık devam eden sessizlik bizlere ilaç diye koklanan bir ruh benzer biçimde etki ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer benzer biçimde erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim doğal ve derhal sürekli iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise ender tadılır zevklerdi. 0 zamanlarda kucak dolusu kandığımız sessizliğe biz elbet şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat tersine ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.

Yaşam mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar içinde o denli güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyleki mahrumuz ki geçenlerde Boğa­ziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha yine kavuşur benzer biçimde olmuştum. Onu aniden tanıyamadım.

Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar bitkin, ne kadar yıpranmış bulunduğunu gördüm.

Şarkıların Dedikleri Parçasından

Boğaziçi’nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde sema daha parlak, de­niz daha berrak, dünya daha tılsımlı, yaşam daha mucizeli, doğa daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Tersine onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira kim bilir iyi mi bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bizlere bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde yaşam, tüm lezzetiyle, sanki azca gelir. Ömrümüzün doğa kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha fazlaca duyarız. Hemen hemen çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı bu şekilde günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, örnek olarak bir sümbüle yada denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Yada denizde canlanmış bir köpük benzer biçimde oluşturulan kapanan peltenin âdeta nebati yaşamını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde tüm bu sualler hep yanıtsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti benzer biçimde açılıp beklediğini ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti benzer biçimde açılıp kapandığını görüyorum.

Mazi Cenneti Parçasından

Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı yine etmek benzer biçimde tamamen imkânsızdır. Fakat insanoğlunun da, milletin de sağlam temelleri bu yine dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en kurnaz ve en şeytani atak onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan yoksun edilen bir millet en güvenilir kuvvetini yitirmiş olur. Bizlere hücum eden düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize atak eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız. Her insanın kendi mazisine özlem çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel yaşam çağlarında, yirmi yaşlarında bulunmuş olduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi anlama gelir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en fazlaca uzamış olan, en fazlaca yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.

——————–

Abdülhak Şinasi’yi okurken nesrin yazı bulunduğunu, konuşma olmadığını yine hatırladım. Yazış, şu demek oluyor ki tüm san’atlara benzeyen bir san’at. Abdülhak Şinasi, nesre son zamanlarda unutur benzer biçimde olduğumuz bu mevkiini iade eden muharrirlerimizdendir. Bu da onun hesabına kaydedilecek mazhariyetlerdendir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ideal, 1 Mayıs 1943

Fahim Bey ve Biz, muharriri şiirin ve ince zekasiyle derin hassasiyetinin en tam ve kemali ölçüsünü bizlere Boğaziçi Mehtapları’nda vermiştir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Millet, 1 Aralık 1944

(Toplam: 1, Bugün: 1 )

Site Footer