Ahmet Haşim Bey Hayatını Anlatıyor

Ahmet Haşim

Göl Saatleri şairi yedi gün evvel söz vermişti. Yalnız nerede buluşabileceğimizin tayinini bana bırakıyordu.

– Örnek olarak matbaada görüşebiliriz. Her gün İkdam’dayım, dört ile beş içinde.

Bir gazetecinin gündelik hayatında bu saatlerin iyi mi dakikası dakikasına bölme edilmiş bulunduğunu Ahmet Haşim Bey, bilmez değildi. Fakat ne yapsın ki onun da başka zamanı yoktu.

Geçen akşam Ankara caddesinde karşılaştığımız süre hatırlattım:
– Haşim Bey, bugün, kesinlikle sizi görmeliyim.

Bermutat[1], “hay hay olur ne süre isterseniz” deyip geçecekti. Fakat o denli ısrar ettim ki:
– Durun o şekilde ise. demeye zorunlu oldu. Bu akşam saat yedi buçukta Lebon’da olmaz mı?
Tam vaktinde Lebon’da idim. Haşim Bey beni görünce saatine baktı:
– Tam yirmi dakika vaktim var.
Yanıt verdim.
– O denli sürmez bile.
-O halde, umuyorum.
– Ne soracağımızı tahmin etmediniz mi?
– Tahmin ettim fakat, ihtiyaten[2] sormayı yeğlerim. O zamana kadar ben de yanıtını hazırlarım.

– Peki üstad. dedim. Örnek olarak yazıya iyi mi başladığınızı hikâye edebilirsiniz.
Çorak sanat sofrasında bizlere ilk ateşîn Piyale’yi sunan ozan, bu sualimi dudaklarında gizli saklı bir tebessümle dinledikten sonrasında dedi ki:

– Ben edebiyata, alayla başladım. Bakın size anlatayım. Küçükken edebiyat denilen “şey”i sevmezdim, şiirden filan âdeta iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar içinde Naci ve emsalinin[3] şiirleri de vardı. Ben, bu tarz şeyleri her görüşümde:

– Uğraşacak başka bir şey bulamadın mı? diye zavallıya takılırdım. Sonrasında o orduya gitti. Kitapları bizlere kaldı. Bigün, nede olsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldım. Şurasına burasına göz atarken garip bir alâka ile okumaya başladım. Sonrasında, iyi mi bir boş dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat, aniden o denli saçma ve mânâsız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bigün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeye başlamış olan Dergi-i Edebiye ismindeki risaleye göndermiş. Birkaç gün sora idi mecmuanın bir nüshası elime geçti.

A. garip şey. muhaberât-ı aleniye[4] kısmında benim ismim: “Ahmet Haşim Efendi’ye” tarzında bir mukaddime[5], sonrasında da manzumenizi pek beğendik. Gelecek nüshamızda neşre başlayacağız! Kabilinden birkaç söz. Şaşkınlıklar içinde kaldım. Şiirle meşgul olabileceğime bizzat kendim bile inanmıyordum. O süre Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Nede olsa kulağına çalınmış. Bigün beni derse kaldırdı.

– Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
Kıpkırmızı oldum. Gûyâ, şâyân-ı hicab bir hareket yapmıştım. Derhal inkâr ettim:
– Hayır efendim.
Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
– Ben senin daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim, dedi.

Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç yıl şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultanî’nin ikinci sınıfına geçtiğim süre, hastalık yine nüksetti[6]. O tarihte postahane yanında, Babikyan isminde bir kitapçı vardı. Ara sıra, gider kitap filan alırdım. Bigün gene oradan geçerken camekânda gözüme ilişti: Bu Sembolist Fransız şairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitaptı, adı de Bugünkü Şairler. (Les poètes d’aujourd’hui).

Henri de Régnier’nin, Verhaeren’in ve öteki çağdaş sanatkârların eserlerinden en güzel parçaları bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasını verip bir tane satın aldım. Bu yepyeni şiir âlemi, benim üzerimde müthiş bir etki yapmış oldu. O denli ki kitabı elimden bırakmaz olmuştum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap. Dedim ya, tekrardan şiire başlamıştım. “Şi’r-i Kamer“i bugünlerde yazdım fakat oldukca geçmeden onu da beğenmez oldum. Fransız özgür nazım usulünü Türkçeye uygulama etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdığım birkaç şiir, o sırada bazı kimselerin nazar-ı dikkatini celbetmiş. Bu alâka beni şiire ve sanata daha ciddi surette bağladı.

Şiirle iştigalimden bir iki yıl sonrasında Meşrutiyet diye deklare edildi. Benim neslimden gençler komik bir isim altında bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmişlerdi. Ben, vâkıa o taazzuva kendimi tamamen bağlamış değildim. Fakat tüm oradakiler benim arkadaşımdı.

– Üstad, dedim, Fecr-i Âti‘yi kastediyorsunuz galiba.

Haşim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
– Evet, Fecr-i Âti. söylediğim benzer biçimde. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile özetlemek gerekirse alâkadar oldum. Bu alâkadarlığımın en büyük mükâfatı da bana Yakup Kadri ile tanışmak vesilesini vermiş olmasıdır.

Dedim ki:
Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale’leden bahsetmediniz.
– Piyale’den evvel Göl Saatleri’ni yazmıştım. İzmir’de bulunduğum sıralarda idi. Bazı yaz akşamları, Halkapınar taraflarına giderdim. Orası birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuşlar, gelir o sazların üstüne konar ötüşürlerdi. Bu görünüm üzerimde tesirini halletmeye başlamıştı. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri’nin mısraını hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.

Piyale ise beş altı yıl sonrasında yazılmış şiirlerim bir araya getirilerek kitap halinde neşredildi. Piyale’nin başlıca kısmı lisanın Türkçeleşmesine doğru başlamış olan makul hareketin tesiri altında vücuda getirilmiş şiirlerdir.

– Iyi mi yazarsınız, Haşim Bey?

Göl Saatleri şairi, durgun ve lâkayddı.
– Ben, dedi, şiiri hiçbir süre ciddi bir iş olarak telâkki[11] etmedim. Ara sıra ve sadece kendimi yazmaya meyyal hissetiğim zamanlar yazı yazarım. Ve bunun içindir ki müşkilâta dûçâr[12] olmam. Kimi zaman dört mısraı dört senede bitirdiğim vâkidir. Mısralar, senelere bölme edilince, görürsünüz ki bitkinlik oldukca değildir. Mamafih, yazının güç bir sanat bulunduğunu, uğraştırıcı ve müşkil bir iş bulunduğunu itiraf etmeliyim.

– Kimleri beğenirsiniz?

Haşim Bey tereddütsüz yanıt verdi:
Yakup Kadri ve Falih Rıfkı‘nın lisanından başkalarını beğenmem. Bunlar, bana lisanımdan zevk almam için kâfi geliyor.

Son zamanlarda adı tanınmaya başlamış olan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey’in de Türkçesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?

Eskileri bilâ-istisna[13] beğenirim. Hepsinde ayrı ayrı güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
Soruyorsunuz: Gürültü içinde yazı yazabilir miyim? Azizim. Eğer bu gürültü hoşuma giden bir gürültü değilse asla alâkadar olmam. Önümdeki yazı ile meşgul olmaktan beni ayıran gürültü, kesinlikle merakımı tahrik etmiş anlama gelir.

Haşim Bey burada yine saatine baktı: Bunu “Vapura sadece yetişebileceğim” demek bulunduğunu anlamamak imkânı var mıydı? Bizlere azca fakat öz ve temiz sanat eserleri armağan eden güçlü şaire veda ederek yanından ayrıldım.[14]

M. Salahaddin Güngör/ Dergâh Edebiyat Sanat Dergisi, s. 23 Cilt: I Sayı: 10, Aralık 1990

——————————————————————————–
[1] Alışılmış olduğu suretiyle, benzer biçimde.
[2] İlerisini düşünerek.
[3] Benzerinin.
[4] İçindekiler, duyurular.
[5] Önsöz.
[6] Tazelendi.
[7] Şekillenme, hareket.
[8] Küçümsemek.
[9] Yalancı, aldatıcı aydınlık.
[10] Uzaklaşmak. Gezinti. Bağ ve bahçe benzer biçimde bölgelere gam ve kederi dağıtmak için çıkmak.
[11] Düşünmek, görmek.
[12] Uğramış, yakalanmış.
[13] Ayırt etmeksizin.
[14] Güngör M. Salahaddin / Yeni Kitap / Sayfa: 2-5 Numara: 14 Haziran 1928

(Toplam: 1, Bugün: 1 )

Site Footer