Boğaziçi Şıngır Mıngır – Salah Birsel

 

Boğaziçi Şıngır Mıngır – Salah Birsel

Boğaziçi Şıngır Mıngır, Salah Birsel‘in geçmişin İstanbul kahvelerini, Beyoğlu ve Boğaziçi’nin sanat çevrelerini anlattığı ilk kez 1980 senesinde gösterilen “tecrübe etme” türündeki eseri.

Yapıt boğazda yaşanmış olan zamanı vakaları ve zamanı eserleri mevzu edinmiştir. Bilgilendirmeye yönelik bir eserdir. Turistlere rehber niteliği taşır. İstanbul benzer biçimde benzeri olmayan bir şehre haiz olduğumuzu anlıyoruz. İstanbul’un Zamanı eserleri hakkında hiçbir yerde rastlanamayacak mühim bilgiler barındırmaktadır.

Eserden Bazı Bölümler:

Göksu Şemsiyeleri

Tekrardan 1900 yılındayız. Ağustos ve cuma. Başka bigün gelseydik bu kalabalığı bulamazdık. Dere boyu sandallarla hınca hınç. Çayırlar adam almıyor. Üsküdar’dan, Karaköy’den, Haliç ve Boğaz iskelelerinden uçup gelenler bir seccadelik yer kapmak için birbirini çiğniyor. Paşa ve vezir hanımları için bu şekilde bir zorunluluk yok. Onlar Arap halayıklarının yardımıyla kendileri için düzenlenen köşeye yürümek inceliğinde bulunsalar yetişir. Derenin yukarısında ‘Tahtırevan’ denilen kafesli bir set de vardır. Kimi varlıklı karıları da burada konak meblağ. Bunlar birazcık da sazende ve hanendeleri dinlemek için buraya gelirler. Şundan dolayı okuyucu ve çalgıcıların hünerlerini sergiledikleri yer bu dolaydadır. Ne ki, derenin solundaki Baruthane çayırı da bağrında birçok hanende ve sazende banndırmıştır. 1890 eylülünde Sabah gazetesindeki bir duyuru burada incesaz bulunduğunu ve meşhur okuyucu Musevi kızı Sare Hanım’in ‘teganni’ ettiğini yazar.

Kimi bayanlar da sandallarından dışarı çıkmaz, akşamı orada bulmayı yeğlerler. Dere boyundaki gölgeliği Küçüksu çayırında bulmaya pek olanak yoktur. Bu yüzden hepimiz dere içini yeğler. Halk, ağaçlar altında serdiği seccadelerin ya da hasırların üstünde oturur. Yatar, kalkar, yemeğini yer, suyunu içer, namazını kılar, gene yatar, gene kalkar. Erkekler dere süresince volta atmaktan da geri kalmazlar. Bayanların da davet uzunlukta gezindikleri olur fakat bir iki gidiş gelişten fazlasına çıkmazlar. Göksu’ya direkt doğruya otomobillerle gelen hanımlar da vardır. Bunlar talika, koçu otomobili ya da kupalara binerler.

İshak Kuşu Acayip Acayip Öter

İshakağa Çeşrnesi’ne “On Çeşmeler” adı da verilir. Kimileri ise “İshakağa Çeşmeleri” demeyi yeğler. İshakağa’nın Beykoz’da başka çeşmeleri de vardır. Bunlardan biri de Beykoz çayırının ortasındadır. Büyük Çeşme’den 4 yıl sonrasında yapılmıştır. Doğu ve batı yüzlerinde birer musluk yer almıştır. Bunun suyu da gürül gürül akar. Gümrükçü’nün kondurduğu üçüncü çeşme de Yalıköy’dedir ki “Yalıköy Çeşmesi” diye ünlenmiştir. Tophane kâtiplerinden halk ozanı Aşık Razı bu çeşmeleri gördükten sonrasında şu şekilde demiştir: Öter İshak kuşu bak acayip acayip.

Şimdi hazır ola geçelim. Tokat Kasrı’na doğru adımlarımızı sayacağız ki topu bin adımı geçmez. Yolumuz hep aynı düzlüğü sürdüren ve iki yakasında tepeler bulunan bir koyaktan geçmektedir. Tepeler ağaçlarla pıtrak. İsterseniz, bir ormanın içinden geçtiğini düşünebilirsiniz. Fakat yanılmaca yok. 1673 yılındayız. Aylardan da temmuz.

Tokat Kasrı, koyağın bitiminde, kendisini devamlı gölgeler içinde tutan ağaçların ortasındadır. Burada Hindistan’dan getirilmiş bir kestane ağacı göklere sala verir ki gövdesini üç adam güçlükle sarıyor. Ağaç baştan başa daldır. En üstteki dalların görünmesine de olanak yoktur.
Kasrı, Fatih Sultan Mehmet yaptırtmıştır. Sadrazam Mahmut Paşa, Anadolu’daki Tokat Kalesi’ni ele geçirdiği gün Fatih buradaki koruda avlanıyordur. Neşeli muştuyu alınca şu buyruğu savurmuştur:

“Sav şurada bir hadikai irennüma bina edin ve adına Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muhafazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin.” O yıl, burada bir köşk de yapılmıştır ki adına Tokat Kasrı denilmiştir.

1 Ağustos 1673 günü Fransız paşatoru Mösyö Nointel buradan da (Tokat Kasrı) onur almaya gelmiştir. Bostancıbaşı kendisine köşkü gezdirmiş; fakat kapalı olan bir odayı gösterememiştir. Ekselans hazretleri, ondan sonra, bahçede ve koruda da ömrünü artırmış ve seyirlik devşirmeye gelen Türklerle karşılaşmıştır. Türkler kuzu çevirdiklerinden paşatora da tahta bir çanak içinde bir but sunmuşlardır. Elçi de inceliğini göstermek için ikramı geri çevirmiştir. Fakat gerek kuzuya, gerekse kuzuyla beraber yenen pilava öylesine ağzı sulanmıştır ki ertesi gün, daha sabah açılmadan, gene Tarabya’dan sandalla yola çıkarak, adamlarıyla buraya gelmiştir. Yanlarında yiyecek, kap kaçak getirdikleri için Türklerin bigün önceki yiyecek safasını, onlar da o gün sürmüşlerdir. Elçi, dinlenmek suretiyle, sonrasında gene kasra gelmiş ve duvarlarda bigün ilkin göremediği levhalarla karşılaşmıştır. Bu levhalardan birinde:

Ağaçlar altın olsa inciler yaprak İnsanın gözün doyurmaz illa toprak ikiliği yazmaktadır ki elçiye, her zamanki benzer biçimde birlikte rol alan Antoine Galland, kendisine bunun “yalnızlık içinde güzellik olmayacağı” anlamına geldiğini döktürmüştür. Elçi, diğeri levhada neler dendiğini öğrenmek isteyince de Galland, onun da dünyaya geldiği zaman her insanın sevindiğini, bizimse gülmemiz icap ettiğini şavullayan bir dörtlük bulunduğunu söylemiştir ki o dörtlük işte şu anda sizin de karşmızdadır:

Fikr et ey dil ki doğduğun zaman Halk handan idi ve sen giryan Ana say et ki öldüğün zaman Halk giryan ola ve sen handan.

(Toplam: 43, Bugün: 1 )

Leave a reply:

Site Footer